Okuduklarım, İzlediklerim...
1 Ekim 2024 Salı
AYFER TUNÇ/KURU KIZ
22 Eylül 2024 Pazar
GABRİEL GARCİA MARQUEZ/KIRMIZI PAZARTESİ
Merhaba,
Seyahatlerimde yaptığım bir ritüelim var. Gittiğim şehirden kitap alıyorum ve simgesel bir noktasında fotoğrafını çekiyorum. Böylece Kırmızı Pazartesi kitabı İzmir'e saat kulesi önünde vedalaşıp benim kitaplığımın bir parçası oldu. Marquez'i Yüzyıllık Yalnızlık kitabından tanıdığım için kitaplarında sokaktan geçenin bile adını söylemeyi sevdiğini, isimlerin tekerleme gibi olduğunu ayrıca birbirine çok benzediği için hikayeyi zorlaştırdığını biliyordum. Ama düşündüğüm kadar zorlamadı beni Kırmızı Pazartesi. Roman kitabın kapağında şöyle tarif ediliyor. İşleneceğini herkesin bildiği ama kimsenin engellemek için bir şey yapmadığı bir cinayetin öyküsü. Kapağını açıp okumaya başladığımızda da bizi Santiago Nasar, onu öldürecekleri gün, psikoposun geleceği gemiyi karşılamak için sabah saat 5.30'da kalkmıştı cümlesi karşılıyor. Aslında bu hikaye Marquez'in kasabasında yaşanmış bir hikaye. Kolombiya'da. Kasaba'ya dışardan gelen Bayardo San Roman kasabadan Angela Vicario'yu görüyor ve onunla evlenmeyi kafasına koyuyor. Sonra bir şekilde aileyi hediyelerle ikna ediyor. Angela annesine Bayardo'ya aşık olmadığını söylese de annesi 'Aşk da öğrenilir' deyip kestirip atıyor. Böylece evlilik süreci başlıyor. Bayardo çok şaşaalı bir düğün organize ediyor. Vicario ailesini evlilik konusunda nasıl ikna ettiyse evini satmayı asla düşünmeyen Dul Xius'un evini de bir şekilde ikna yoluyla alıyor. Bayardo'nun istediğim her şeyi elde ederim özgüveni, sonsuz ısrarı, gösteriş merakı üzerine düşünmek gerekiyor. Düğün gecesi gelip çatınca Bayordo Angela'nın bakire olmadığını fark ediyor ve kolundan tuttuğu gibi babasının evine götürüyor. Eve dönen Angela önce ailesinden şiddet görüyor sonra da bunun kim tarafından yapıldığı sorulduğunda Santiago Nasar'ın adını veriyor. Santiago Nasar'ın Angela'nın kardeşleri Pablo Vicario ve Pedro Vicario tarafından sorgusuz sualsiz öldürülmesi kararlaştırılıyor. Aslında bundan sonrası ilginç. Bu kardeşler ellerinde bıçaklarla kasabada Santiago Nasar'ı öldüreceklerini duyurup birilerinin bu işe engel olması için epeyce oyalanıyorlar ama kimse gerçek anlamıyla kılını kıpırdatmıyor. Herkes bu mevzuyu konuşuyor ama kimse ne kardeşleri tam anlamıyla durduruyor ne de gidip Santiago Nasar'ı bulup durumu açıklıyor. Toplumsal bir mış gibi ilgilenme haliyle bir cinayetin seyircisi oluyorlar. Cinayet sonrası son derece ilkel şartlarda bilgisiz insanların gerçekleştirdiği otopsi de aslında toplum duyarsızlığının sebep olduğu kıyımın vahşiliğini daha da iyi resmediyor. Yaşama saygıları olmadığı gibi ölüme de saygılarının olmadığını görüyoruz. Diğer taraftan yazar Marquez Angela'nın başka birini korumak için Santiago Nasar'ın ismini söylediği ihtimali üzerinde de duruyor hatta Angela'ya yıllar sonra bu durumu açıp sorsa da Angela anlatmıyor ve durum aydınlanmıyor. İşin daha ilginç olanı düğün gecesi kendisini baba evine bırakan aşık olmadığı Bayardo' ya yıllarca hiçbir şekilde cevap almamasına rağmen mektup yazarak bağını kopartmaması. Bir gün o mektupları yanına alarak Bayardo Angela'nın yanına geliveriyor. Yani bu hikayede yanan Santiago Nasar oluyor. Kitabın sonunda Beni Öldürdüler Wene Hala cümlesi çok etkileyiciydi. Buluşun efendim.
Kitaptan Seçtiklerim:
Bu kadar büyük bir üzüntünün ancak daha büyük utançları örtbas etmek için gösterilebileceğini düşündüğümü hatırlıyorum (sf 78)
21 Eylül 2024 Cumartesi
ZEKİ DEMİRKUBUZ/HAYAT
Hayat filmini dün izledim. Spoiler içeren bir yazıdır ona göre devam edelim lütfen. Baştan söyleyeyim Zeki Demirkubuz filmin sonunu öyle çekmeseydi çok büyük hayal kırıklığı yaşayacaktım. Ben sondan razıyım ayrıca Miray Daner çok iyi oynamamış mı. Şaşkınlık içerisinde izledim. Bakışlarıyla oynuyor çoğu yerde ve bunu gerçekten seyirciye geçiriyor. Hikaye uzun ve dağınık ama yan karakterler onların hikayeye anlamlı ve ya anlamsız katkıları( günlük yaşamımız da öyle değil mi anlamlı ve anlamsızın terkibi) dikkatleri diri tutmaya fazlasıyla yetiyor. Şimdi şöyle özetleyelim. Babası vefat edince ona olan aşkından annesi de intihar eden Rıza dedesiyle yaşıyor. Birlikte fırıncılık yapıyorlar. Güne çok erken başlayan dede ve torunun sanki her şey güllük gülistanlık gibi kahvaltı edişlerini izliyoruz sonra yola koyulup yolda amcayı alışlarını, amcanın o saatte kafa ütüleyen boş muhabbetlerini un çuvallarını, ekmeğin yapılış serüvenini, dükkanın detaylarını. Ama Rıza'nın beyninde akmayan esas hikaye yakın zamanda sadece birkaç kez gördüğü nişanlısı tarafından terk edilmiş olması. Aslında kızın evden kaçması. Film başladığında Rıza sanki bu durumu önemsemiyor gibi bir hava esiyor filmde ama sonra bir rüya görüyor. Rüyasında Hicran Rıza'ya geliyor. Bir bardak su istiyor. Rıza bir türlü bardak bulamıyor sonra başını çevirince sürahinin hemen yanında bir bardak görüyor ve suyu bardağa boşaltmaya başlıyor ve su taşıyor sonra suyu getirip Hicrana ikram etmek istediğinde Hicranın uykuda olduğunu fark ediyor. Rıza uyandığında Hicran'ı aramak için yola koyuluyor. Benim rüya yorumum şu şekilde. Su duyguları ifade ediyor. Sürahi Rıza'yı temsil ediyor onun Hicran'a olan duygularını. Hicran'ın o duyguya ihtiyacı var ama Rıza suyu götürdüğünde Hicran içebilecek durumda değil. Henüz hazır değil. O duygularla ayık karşılaşması gerekiyor henüz hayatının o aşamasında değil. Hayatı bambaşka yerlerde görüyor, gözü uzaklarda zaten filmin sonuna yaklaşınca Rıza da söylüyor bunu Hicran'a. Neyse Rıza İstanbul'a gidiyor köyünden bir arkadaşının evinde kalarak Hicran'ı aramaya başlıyor. O sahnelerde İstanbul'u çok sevdiğimi ve özlediğimi hissettim. Köylüsü üniversite okuyorum diyerek ailesini kandıran biri. Rıza bu durumu sorguladıkça arkadaşıyla aralarında gülümseten, düşündüren bir sahne izliyoruz. Ben sevdim o karakteri. Bazen saçmalık gördüğümüz bir eylemin bile kendi içinde bir felsefesi olabileceğini güzel vermiş. Evet Hicran'a bir süre sonra ulaşan Rıza kızın kötü yola düşmesine neden olan kişiyi vurarak hapse giriyor. Hicran memleketine Boyabat'a dönüyor. Baba öfke dolu, anne babanın etkisinde. Hicran kendine bir alan açmanın derdinde bir müddet sürüncemede yaşıyor. Sonra elli yaşlarında emekli öğretmen Orhan'la evleniyor. Orhan'ı oynayan Cem Davran'ı da gerçekten tebrik etmek gerekiyor yani karakterin huzursuzluğunu o kadar bize geçiriyor ki. Hicran gibi sıkılıyor bu adamla bir ömür geçmez diyoruz. Hele en sevdiğim şiir olan Kavafis' in Kent' ini okuduğu sahnede Orhan'a tahammülüm bitmişti. Hicran aslında hissiz, uyuşuk bir şekilde yaşamayı kabullenmişken Orhan'ın huzursuzluğu ve Hicran'ı bir karara zorlaması iyi oluyor. Hicran tekrar baba evine dönüyor. Hicran'ı yatağa düşmüş hasta izliyoruz. Rıza'nın filmin başında gördüğü rüyayı şimdi Hicran görüyor. Kapı çalıyor Rıza kapıda içeri girince Hicran'dan su istiyor Hicran mutfağa gidiyor sürahi tezgahta ama bir türlü bardağı bulamıyor bir süre aradıktan sonra sürahinin hemen arkasındaki bardağı fark ediyor. Bardağı doldurmaya başlıyor ve su taşıyor. Suyu getirdiğinde Rıza'nın uyuduğunu görüyor. Artık duyguları taşan kişi Hicran bunlar tamamen benim yorumlarım tabi okurken ne alaka derseniz üzülürüm:) Hicran uyanınca annesine Rıza'yı soruyor Rıza'yı sorunca annesi dökülüyor bu çocuk seni aramayı, sormayı, sana mektup yazmayı hiç bırakmadı diyor ve ekliyor seninle son bir kez görüşmek istiyor çünkü başka bir şehre gidecek buradan ayrılacak artık gözü yollarda olan kişi Rıza. Sonra annesi ekliyor ben söylemedim şimdiye kadar ama sen konuyu açınca da söylemeden edemedim diyor. Hicran ve Rıza buluşuyor. O kadar güzel bir sahne ki. Rıza Hicran'a fotoğrafını görünce nasıl içinin cız ettiğini anlatıyor nasıl daha görmeden sohbet etmeden aşık olduğunu anlatıyor sonra ekliyor sen benim yüzümden evden kaçtın başına bunlar benim yüzümden geldi çok üzgünüm. Öylece ayrılıyorlar. Duygularını anlamadığımız Hicran elinde kendi fotoğrafı ilçe dolmuşunda evine doğru yol alıyor. Evlerinin oraya gelince dolmuştan iniyor Hicran ve annesi. Hicran dolaşacağını söylüyor annesine ve doğanın içinde yürürken tamamen doğasına dönen bir Hicran görüyoruz. Duygularını unutmuş gibi davranan Hicran'ın çok uzun süren histeri krizine şahitlik ediyoruz. Başta kaçtığı, kurtulmak için kötü yola düştüğü Rıza'nın aradığı adam olduğu gerçeğiyle yüzleşmesini izliyoruz. Film burada bitmiyor iyi ki bitmiyor. Zeki Demirkubuz Hicran ve Rıza'yı kavuşturuyor. Yumuşacık bir son. Hele film boyunca bakışlarından isyan, hüzün çoğu zaman donukluk akan Hicran'ın Rıza'ya olan aşkını gözlerindeki minnet, mutluluk, şükürle anlatması çok güzeldi.