29 Kasım 2010 Pazartesi

ÇAĞAN IRMAK/ PRENSESİN UYKUSU




Çağan Irmak filmlerini seviyorum. Mustafa Hakkında Her Şey ve Karanlıktakiler dışında diğer filmlerini sinemada izledim . Babam ve Oğlum da çok ağladım, çok dolmuştum o dönem zaten dokunsalar ağlayacaktım. Çağan Irmak dokunmak ne kelime ezip geçmişti.  Issız Adam başka duygular bıraktı. Herkes gibi film müziklerine bayıldım . Özellikle filmin ikinci bölümü çok iyiydi bana göre.  Mustafa Hakkında Her Şey filmini Dvd 'den izledim . Tanımlayabileceğim tek kelime sarsıcıydı.Karanlıktakiler korkularımı anlatıyor gibiydi. Onu da çok sevdim..Ulak zamanı olmayan ,etkileyici bir filmdi.....  Ve 19 Kasım'da vizyona giren Prensesin Uykusu filmi.Beni hayal kırıklığına mı uğratacak yoksa diğer filmlerinde olduğu gibi yine içimde farklı duygularla mı sinema salonundan çıkacaktım Prensesin Uykusu'ndan merak ediyordum. Filmle ilgili yorumları özellikle okumamaya dikkat ettim, sevilen bir yönetmenin son filmini görmek arzusuyla hevesle gittim. Yarım saat izledikten sonra biraz sıkıntıyla birlikte bu sefer olmamış diyecektim ki bi şeyler oldu ve film bende güzel duygular bırakarak bitti.
Klişelerle dalga geçtiği sahneler, Genco Erkal ile Alican Yücesoy'un  sahneleri çok keyifliydi. Kader ile ilgili söylenenler, düş ile gerçeğin güzel ifadelendirilmesi, animasyonlar......Belki sıkıntı ve endişe duygularıyla baş etmeye çalıştığım bu döneme denk gelmesi sebebiyle bana çok iyi geldi bu film.. Tavsiye edilir.....

TAHSİN YÜCEL/KUMRU İLE KUMRU



Fatma K. Barbarosoğlu 9 Temmuz 2010 tarihli Yeni Şafak'taki köşesinde Türk romanının varlığı ve yokluğu sorunu ele aldığı yazısını okurken oradaki romancılardan benim okumadığım yazarların isimlerini not etmiş, incelenmek üzere Tahsin Yücel'in internet sitesini sık kullanılanlara eklemiştim. O köşeyazısında Tahsin Yücel' den şu şekilde bahsediyordu Fatma K. Barbarosoğlu: "Tahsin Yücel popüler kültürün birey üzerindeki etkilerini olağanüstü bir incelik ve derinlikle ele alıyor."

Kumru Kumru kitabı tesadüf eseri elime geçmiş bir kitap.  Ve kitap bittikten sonra geç kalmış bir okuma gerçekleştirdiğim için hayıflandım kendime açıkçası. Üzerine kafa yorduğum ,bir yerlerde tartışıldığını duyduğumda hemen yorum yapma gereği duyduğum bir konudur tüketim . Tüketimle birlikte değişen hayatlar, bitmeyen ihtiyaçlar, yetinme duygusunun körleşmesi, eşyaya mahkumiyetimiz....... daha bir sürü şey sıralayabilirim. Çevrenin dayattığı olmazsa olmazlar bana çoğu kez düşüncelerini, aklını, yaşamını iyiye kanalize edemeyenlerin boşluklarını doldurduğu oyalanmalar olarak gelir. Ama bu tüketim çılgınlığından, olur olmadık şeyleri ihtiyaç algılama durumlarından tamamen soyutlandığımı iddia edemem. Bazen ben bile bunları yapıyorsam bu çok sarmal, eninde sonunda kucağına düşülen bir tehlike diye düşünürüm .

Kumru, eşi Pehlivan, ikizleri Hakan ve Sultan romanın ana kahramanları. Pehlivan kapıcı, Kumru gündelikçi. Kumru'nun temizliğe gittiği Tuna Hanım'ın, Tuna Hanım'ın buzdolabının Kumru üzerindeki bu kadar da olmaz dedirten etkileri. Kişiliğini değiştiren, hatta eşinin kişiliğini, ona olan bakışını değiştiren akıl almaz bir etki. Pehlivan için artık karısı ve karısını mutlu etmek bir tutku haline gelir. Ve çok daha para kazandıran, bütün hayatlarını değiştirecek olan adam dövme işine geri döner. Ve böylece eşyanın ve tutkuların esir aldığı bu aileyi, Kumru'nun ara ara hayatlarına eleştirel bakışı da kurtaramaz.

Tahsin Yücel'in kalemi akıcı , farklı, kolay bir dille de hayatın temel gerçeklerini ispat etme iddiasında gibi. Tansık, oluntu , edim,us gibi kelimeleri çok sık kullanıyor. Okunmaya değer bir yazar okunmaya değer bir kitap bence. Yazımı kitaptan şu satırlarla bitirmek istiyorum:

Sultan'ın yaşında, belki de onunla aynı günde, aynı saatte doğmuş bir kızın uykusu kaçmıştı, karanlıkta fazla bir şey görmese de dere yatağının yukarılarındaki tek katlı gecekondunun penceresinden dışarıya bakmakta dayatıyordu. Birden ortalığın ışığa kestiğini, gökkuşağı gibi renk renk, ama çok daha parlak bir nesnenin korkunç bir hızla gökten dereye doğru indiğini ışıklarının büyük bir gümbürtü içinde sönüverdiğini gördü, ama kötü bir şey getirmedi usuna, "Cemre" diye söylendi: "ikinci cemre suya düştü".

24 Kasım 2010 Çarşamba

ANDRE GİDE/PASTORAL SENFONİ

Andre Gide'ı okumaya Dar Kapı kitabından başladım. Etkileyici bir kitaptı. Karakterlerin iç konuşmalarının yoğunlukta olduğu, psikolojik tahlillerin olduğu kitapları seviyorum. Çünkü hayatımızda en azından kendi hayatımda, içten içe kendimle yaptığım konuşmların çok önemli bir yer tuttuğunu biliyorum. Hiç kuşkusuz İncilden alınan şu bölüm benim için bu kitabı okumamda önemli bir referans olmuştu."Dar kapıdan girmeye çabalayınız. Çünkü kişiyi yıkıma götüren kapı büyük ve yol geniştir. Bu kapıdan girenler çoktur. Yaşama götüren kapı ise dar, yol da çetindir. Bu yolu bulanlar çok azdır.”  
Gelelim asıl bahsedeceğimiz kitaba. Pastoral Senfoni. Dar Kapı'yı Timaş yayınlarından okumuştum. Pastoral Senfoni'yi 1989'da Oda Yayınlarından çıkan, çevirisi Sevim Raşa'ya ait olan kitaptan okudum. Bence kötü bir çeviri. Seçilen kelimeler, kurulan cümleler kitabı okurken başka bir yayın evi tercih etseymişim dedirtti doğrusu. Ama genel itibariyle kitabı beğendim. Kitabın ismi Beethoven'in Pastoral Senfoni eserinden mülhem.Protestan bir papazın kimsesiz kalan  kör bir kızı evine götürmesi bunun üzerine eşinin bu kızı kabullenmekte yaşadığı sıkıntılar, din, mezhepler, aile bağları ve herhalde merkezde yer alan aşk gibi bir çok konuyu ihtiva etmekte. Küçük bir kitap olmasına rağmen bence inanılmaz derinlikte ve bitince ince ince hatta kıvrandırarak düşündürtmekte. Bence bu kitabın en can alıcı cümlesi Papazın oğlunun şu cümlesi:
" Baba seni suçlamak bana düşmez, fakat bana yol gösteren senin yanlışın oldu"
Yazarımızdan biraz bahsedecek olursak ,
1947 yılında Nobel Edebiyat Ödülü almış olan Fransız yazar Andre Gide, eserlerinde ya kendi hayatından ya da çevresindeki insanlardan bahseder. Hayatı ile eserleri örtüşen yazarlardan.Can yayınlarından çıkan Andre Gide'ın otobiyografisi Tohum Ölmezse kitabı Aysel Bora'nın çevirisiyle okunma sırasını beklemekte:))Gerçekten dikkat çekici bir hayat, incelenmeye, okunmaya değer.
Kitaptan şu alıntı ile bitirmek istiyorum yazıyı. " Dostum, Dostum. Kalbinizde ve yaşantınızda gereğinden çok yer kaplamış olduğumu görmelisiniz. Size geri geldiğimde, ilk gözüme çarpan gerçek bu oldu- yada herhalde benim tuttuğum yer bir başkasına aitti ve bu durum onu mutsuz ediyordu. Benim suçum bunun daha önce ayrımına varmamış olmam. Ya da ona karşın beni sevmenize izin vermemdi" 


15 Kasım 2010 Pazartesi

KÜRK MANTOLU MADONNA

13 Kasım 2010 kitabın bitiş tarihi.İlk yorumlarım rahatsız edici ve derin bir boşluk hissi oluşturuyor. Kürk mantolu Madonna kitabının ilk sayfasına bitince bunları yazmışım. Aslında bayram ertesi memleketten dönünce yazacaktım yorumlarımı ama bir hafta sonra kitapla ilgili fikirlerim sIcağı sıcağına yazacaklarımdan farklı olurdu heralde.Aslında neden beni bu denli rahatsız etti bu kitap daha doğrusu Raif Efendi tam olarak kestiremiyorum. Hayata seyirci kalmak , hayata seyirci kalırken kendini ,geçmişini ,geleceğini cezalandırmak ....sonra ansızın geçmişten yaşadıklarından asla kopamayacağını en keskin şekilde öğrenmek.....Aslında kitabı okurken hemen hemen hiç şaşırmadım. Beni etkileyen sanırım kurgudan ziyade Raif Efendi de alabildiğine yoğun olan bazı özelliklerin hepimizde belki o yoğunlukta ve o çeşitlilikte olmasada var olduğu gerçekliği . Aslında hayatımız hep olaylarla ilgili kendii fikirlerimizi söylemek yerine birileri adına, birilerinin haberi olmadan düşünmek ve konuşmakla geçiyor. Kitapla ilgili temel şeyleri belki kaçırıyorum bunu bilmiyorum ama inanılmaz bir hüzün bıraktığı kesin.... Kitabın dili gerçekten müthiş. En beğendiğim cümle."Yeni başlayan hafif bir yamur ,suyun tüylerini diken diken ediyordu."Bu ifadeyi dönüp dönüp kaç kez okuduğumu hatırlamıyrum . Biraz Andre Gide Dar Kapı ,biraz Peyami Safa Dokunzuncu Hariciye Koğuşu kitaplarını hatırlattıran tarafları var. İmkansız, acı veren sonu gelmeyen aşklarla birlikte yitip giden hayatlar....
Elias Canetti'nin Marekeşte Sesler kitabından şu alıntı ile bitirmek istiyorum."Bir insana yapılabilecek en büyük kötülük ,yalnızca kendisiyle ilgilenilmesidir."

11 Kasım 2010 Perşembe

MONTAIGNE DENEMELER

Yıl 2002, 16 yaşındayım . Montaigne'nin Denemeler kitabına komşu evinde rastlıyorum istiyorum hemen ve başlıyorum okumaya. O günlere ait ajandama kitap bittikten sonra şunları not ediyorum.
Montaigne Hakkında;
1500' lü yılların adamı Montaigne. Saçmalıkları, doğrulukları ve hepsi bir yana satırlara olan dürüstlüğü.Yıl 2002. Aradan asırlar geçmiş. Yer Türkiye, kişi ben . Bir Fransız yazarın Denemeler adlı kitabı elimde hayat adına dersler çıkarmaya çalışıyorum .Onun yazılarında gördüğüm en güzel yan kendisiyle yola çıkması ve vardığı noktanın yine kendisi olması. Din nedir bilmiyor diyebilirim. Keşke onun döneminde yaşamış olsaydım o zaman bu büyük erdemin yanında bu küçümsenecek din anlayışı hakkında söyleşi yapabilirdim.
Ölüm, ölümü umursamıyor daha doğrusu ölümün korkusu yok. Kurtuluş sayıyor. Acı çekiliyorsa kurtulmak için çare ölüm, hastayı kurtarmaya çalışmakta saçma. Çünkü ikinci kez ölümü bekletmek insana iyilik etmek değil meşakkat vermek. Sonra doğallık aşığı.
" Ah keşke Paris'in sebze pazarında kullanılan sözcüklerle konuşabilsem" diyecek kadar ileri gitmiş. En sevdiğim yanı kendisine herşeyden çok yer vermesi. Mesela diyor ki" insanın olanak varsa karısı, çocuğu ,parası ve hele sağlığı olmalı, ama mutluluğunu yalnız bunlara bağlamamalı. Kendimize dükkanın arkasında ,yalnız bizim için bağımsız bir köşe ayırıp orada gerçek özgürlüğümüzü kendi sultanlığımızı kurmalıyız. Orada yabancı hiç bir konuğa yer vermeksizin kendi kendimizle hergün başbaşa verip dertleşmeliyiz; karımız,çocuğumuz, servetimiz, adamlarımız yokmuş gibi konuşup gülmeliyiz. Öyleki hepsini yitirmek felaketine uğrayınca onlarsız yaşamak bizim için yeni bir şey olmasın." Ne hoş değil mi? İnsan çağlar önce bunları düşünebiliyor. Sonsuz huzur duyuyorum bu güzel satırları okurken.

Evet gelelim 2010' a :)) Aradan geçen 8 yıldan sonra kitapla ilgili düşüncelerimde temel bir değişiklik yok. Yine inanılmaz keyif alarak, satırları çize çize okudum ama bu sefer  Beyoğlu Sahaf Festivalinden aldığım bana ait kitapla :))gerçekleştirdim bu okuma serüvenini. Kitapla ilgili aldığım notlar.
  • Ölüm denemesi müthişş:)))
  • Eğitim ve halk denemesi
  • " Niceleri vicdanlarını kerhaneye gönderip davranışlarını kurallara uyduruyorlar"
  • " Haksızlığın kibarlıktan yana , kötülüğün edepten yana bir eksikliği olmayabilir"( bu söz inanılmaz etkiledi beni-yaşantısal bir şeyler var sanırım)
      Tabi ki bu kadar değil , ama kitap okurken not tutma olayını abarttığım için kitap çok yavaş ilerliyor hemde mini bir kitapçık çıkarıyordum:)) bu sefer çizimlerle hallettim bu mevzuyu.
Türklerle ilgili düşünceleri de ara ara karşımıza cıkıyor. Türk ordularındaki disiplin adlı denemesinde şöyle diyor." İsterdim ki gençlerimiz vakitlerini pek yararlı olmayan gezintiler ve pek onurlu olmayan uğraşlarla geçirecek yerde biraz gidip yaman Bir Rodoslu kaptanın bir deniz savaşını nasıl yönettiğini, birazda Türk ordularındaki disiplini görsünler."
Çağımızın en önemli sorunlarından biri etnik kavgalar , ırk üzerine geliştirilen ideolojiler bence. Çünkü Türk yada başka bir ırktan olmaya biz karar vermiyoruz anne babalarımız ve ten renklerimizi biz tercih etmiyoruz . Peki bu sahip olduğumuz daha doğrusu bize verilen özellikler için mücadele ne kadar anlamlı. Bu anlamda insanlık paydası kavramı bana hep adil ve anlaşılır gelir.Monteigne bu konu ile ilgili " Bütün insanları hemşerim sayıyorum. Bir Polanyalı'yı tıpkı bir Fransız gibi kucaklıyorum. Dünya ile akrabalığımı kendi milletimle akrabalığımdan üstün tutuyorum . Doğduğum yerin pek o kadar heveslisi değilim. Kendi düşüncemle vardığım yeni bilgiler bana,sırf raslantılarla edindiğim hazır ve gelişi güzel bilgilerden daha değerli gelir. Kendi kazandığımız temiz dostluklar nerde, iklim ve kan dolayısıyla bağlı olduğumuz dostluklar nerde!"der.

Sonuç olarak kitabın son denemesi olan Mutluluğun Bize Göreliği'nden şu satırlarla bitirmek istiyorum." Hiç bir şey kendiliğinden ne o kadar üzücüdür, ne de zor. Bizim gevşekliğimiz, güçsüzlüğümüzdür ona bu niteliği veren. Büyük ve yüksek şeyleri görebilmek için ona göre ruhumuz olması gerekir; yoksa kendi çamurumuzu görürüz onlarda. Doğru bir kürek suda eğri görünür. Önemli olan bir şeyin görünmesi değildir yalnız, nasıl görüldüğüde önemlidir."