"O, dünyanın en pis kokan yerinde kokusuz olarak doğmuş olan, çöpün ,çamurun, kokuşmanın içinden gelen, sevgisiz büyümüş, sıcak bir insan ruhu olmadan sırf inatçılığından ve iğretisinin verdiği güçle yaşayan, ufak, kamburu çıkmış, topallayan, çirkin, herkesin sırt çevirdiği, içi ve dışı da mendebur Jean-Baptiste Grenouille kendini dünyaya sevdirmeyi başarmıştı. Sevdirmek de ne demek! Aşık olmuşlardı ona!"
Kitabı bitirir bitirmez filmini izledim. Duyularımız, duyularımızın gücü ya da güçsüzlüğü üzerine doğrudan anlatım içerisine girmiş çok film ve kitap bilmiyorum açıkçası. Kahramanımız Jean-Baptiste Grenouille doğumu ölümle ilişkilidir. Annesini dar ağacına gönderir ağlayışı. Büyüdükçe ölüme sebep olmanın ötesine geçip öldürmeye başlar.
Kokuları en üst düzeyde algılaması, ayrıştırması bir yana her şeye rağmen tutunabilmesi bir diğer özelliği bir kene gibi der yazar bu haline. Tutunmanın, sevilmenin zirvesindeyken bin parçaya ayrışıp yok olması. Zirveye de hiçliğe de, o öldürdüğü kızlardan elde ettiği kokuyla gitmesi. Neden böyle korkunç bir yola başvurur kahraman. Çünkü bu inanılmaz koku duyusuna karşın kendi kokusu yoktur ve kendine has koku yapma tutkusu, hırsı geride bir çok ceset bırakmayı gerektirir.
Paranın ya da şiddetin ya da ölümün gücünden büyük bir güçtü elindeki: İnsanlarda sevgi uyandırmanın yenilmezgücü. Yalnız bir şeye yetmiyordu bu güç: Kendi kendisinin kokusunu almasını sağlayamıyordu. O zaman da isterse bütün dünyaya karşı parfümü sayesinde Tanrı gözüksün-kendi kendini koklayamadıktan, onun için de kim olduğunu asla bilmeyecek olduktan sonra, hiçbir şey umrunda değildi, ne dünya ne kendisi ne parfümü...
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder